Mısır’da Gazze’den kaçmak zorunda kalmış Filistinlilerle karşılaştığım ilk anda içimde ağır bir his oluştu. Bu his yalnızca savaşın yıkıcılığına dair değildi; çok daha derin, çok daha insanî bir sıkışmışlıktı bu. Anlattıklarından, bakışlarından ve susuşlarından şunu net bir şekilde gördüm: Bu insanlar sadece savaşın mağduru değildi, aynı zamanda sığındıkları yerde de görünmez kılınmışlardı.

Gazze’den Mısır’a geçen Filistinlilerin büyük bir kısmı burada ikamet izni alamıyor, çalışma hakkına sahip olamıyor ve başka bir ülkeye geçmek için vize dahi çıkaramıyordu. Yani kaçtıkları yerden kurtulmuş olsalar bile, başka bir açık hava hapishanesinde yaşıyorlardı. Savaşın acımasızlığı zaten yeterince ağırdı; fakat bundan daha acı olan, sığındıkları ülkede karşılaştıkları vurdumduymazlık oldu. Mısır’da dolaştığım mahallelerde ve muhitlerde beni en çok sarsan şey, bu kayıtsızlığın ne kadar normalleşmiş olduğuydu. Bir mahallede insanlar açlıkla, belirsizlikle mücadele ederken; birkaç sokak ötede lüks binalarda yaşayanların bunu hiç umursamadan hayatlarına devam ettiğini gördüm. Fakirlik ve yoksulluk en dipteyken, zenginlik uç noktadaydı ve bu iki uçurum arasında hiçbir vicdan köprüsü yok gibiydi. İşte Mısır halkı için “vurdumduymaz” dememin sebebi tam olarak buydu. Buna ek olarak, Mısır halkında bana geçen en güçlü izlenimlerden biri de amaçsızlık ve anlamsızlık hissiydi. Kendi kimliğine, kültürüne, davasına ait güçlü bir duruş göremedim. Girdiğim birçok evde Mısır’a özgü bir şey görmek isterken, aksine Noel ve yılbaşı süsleriyle karşılaştım. Batı’ya özenen, onu taklit eden, sanki güçlü olana yaranmaya çalışan bir ruh hâli vardı. Bu bana, içi boşaltılmış, nereye ait olduğunu bilmeyen bir yaşam izlenimi verdi.

Gazze’den gelen Filistinliler ise bunun tam tersiydi. Onlar, her şeye rağmen kendileri olarak kalabilmiş, amaçları ve umutları olan bir halktı. Girdiğimiz her evde Filistin haritaları, Filistin motifli eşyalar, duvar süsleri vardı. Bu insanlar kim olduklarını saklamıyor, aksine her köşede kimliklerini haykırıyorlardı. Bu, sessiz ama çok güçlü bir bilinçti. Onurlu bir duruşları, net bir şuur hâlleri vardı.

Evlerin çoğunda kadınlar vardı; çünkü kocaları ya savaşta şehit olmuştu ya da Gazze’de kalmak zorunda kalmışlardı. Buna rağmen bu kadınlar hayata tutunmanın yollarını arıyordu. Kendi emekleriyle yaptıkları anahtarlıklar, örgü çantalarla geçimlerini sağlamaya çalışıyorlardı. Bir evde iki bacağını kaybetmiş bir ablamız vardı; buna rağmen yüzünde umut vardı, gülümsüyordu. Başka bir evde, yakınlarını kaybetmiş bir başka kadın… Ama yine aynı şey: yaşam arzusu, direnç ve umut. Yardım dağıtırken fark ettiğim bir başka şey ise Filistinlilerin gururu oldu. İhtiyaçları çok büyük olmasına rağmen, yardımı almakta bile bir onur çizgisi vardı. Özellikle erkekler, hayatım boyunca unutamayacağım bir vakar taşıyordu. O yardımlar olmasa zorlanacaklarını biliyordum; ama eğer gerçekten mecbur kalmasalar, sırf gururlarından almayacaklardı. Unutamayacağım anlardan biri de yaşlı bir ablayla karşılaşmamdı. Bombalamalar sonucu gözlerini kaybetmişti, yürümekte zorlanıyordu. Yanına yaklaşıp selam verdim; beni duydu ama göremedi. Olduğu yerde bekliyordu, birinin onu alıp götürmesini… Yüzündeki tebessüm, yaşadığı her şeye rağmen hâlâ oradaydı. Sesin geldiği yöne doğru gülümsüyordu. O an ne yapacağımı bilemedim, sadece izledim. O tebessüm zihnime kazındı. Bütün bunları gördükten sonra kendi hayatıma baktım. Kendi dertlerimi düşündüm ve şunu fark ettim: Aslında benim “dert” sandığım şeyler ne kadar küçükmüş. İnançlı ve refah seviyesi olan insanlar olarak ne kadar çok şükretmemiz gerektiğini anladım. Eve döndüğümde ise başka bir eksiklikle yüzleştim: Kendi evimde, kendi toprağımı, davamı, mücadelemi hatırlatan neredeyse hiçbir şey yoktu. Oysa Gazze’den gelen bir Filistinlinin evinde, en küçük köşede bile toprağına dair bir iz vardı. Mısır’daki Filistinliler sıkışmışlıkların arasında yaşıyor; ama buna rağmen umutlular. Sabırla, onurlarını koruyarak yardım eli uzanmasını bekliyorlar. Resmî rakamlar net olmasa da, Gazze’den Mısır’a geçen Filistinli sayısının on binlerle ifade edildiği biliniyor. Çoğu geçici statüde, güvencesiz ve belirsizlik içinde yaşamaya çalışıyor.
Peki somut olarak ne yapılabilir? Bu insanlar için sadece üzülmek yetmez. Uluslararası alanda seslerinin daha güçlü duyurulması, kalıcı ikamet ve çalışma hakları için baskı oluşturulması, sadece geçici yardımlar değil sürdürülebilir geçim imkânları sağlanması gerekiyor. Eğitim, psikolojik destek ve ekonomik üretim alanları açılmadıkça bu sıkışmışlık devam edecek. Benim bu yazıyı yazma sebebim, sadece gördüklerimi anlatmak değil. Aynı zamanda kendime ve okuyan herkese şu soruyu sormak: Biz kendi kimliğimizle, davamızla ve insanlığımızla ne kadar yüzleşiyoruz?
Gazze’den Mısır’a uzanan bu hikâyede en çok gördüğüm şey şuydu: Her şeyini kaybetmiş insanlar, onurlarını kaybetmemişti. Ve belki de asıl umut tam olarak burada duruyordu.
